Amsterdam Gezi Günlüğü


İnsan hep aynı hızla yürüyemiyor önündeki yolu. Bazen yavaşlıyor, bazen hızlanıyor, bazen önündeki yokuşlar dümdüz geliyor gözüne, bazen de dümdüz yollar engebe. Zaman da böyle akıp gidiyor işte. Elinde olmadan sorguluyor insan kendini ya da gün geliyor ipin ucunu koyverip bırakıyor. Doğru ya da yanlış yok bu hallerde diye düşünüyorum. Bazen içimde bir enerji ne yapacağımı bilemediğim, bazen de sessizlikten yüreğimin sesini taa beynimde duyduğum sakin günler.

Bu aralar bilgisayarımın klavyesinden çok elimde kağıdım kalemim. Parmaklarımın arasında kalemimin kağıda sürtünürken çıkardığı güzel ses. Sessizlikte güzel bir melodi.
Aklımda kuzeyli bir şehir, Amsterdam!
Nedense düştü yine sakin ruh halimin içine. Bugünlerde sakin olduğum için mi aklımda, yoksa aklıma düştüğü için mi sakinim bilinmez.
Ruhumun engebesiz olduğu bu günlerde, üstünde hiç tepesi olmayan dümdüz bir şehirden bahsetmek istemişimdir belki de...
Neyse ne değil mi madem ki anlatılmak ister kendisi, bana da bir yerlerden başlamak düşer. Ah bu yazı bir bilseniz kaç defa okundu, kaç defa yayınlanmakla yayınlanmamak arası gitti geldi. Olan oldu bir kere, pek gezi yazısı gibi olmadı, olamadı. Bende aklıma düştüğünde minnet hissi uyandıran bu şehir, klavyemin tuşlarından da pek bir romantik döküldü macera kitabımın sayfalarına.


Efendim, çok zaman önce -yine de unutulacak kadar uzun değil- buralardan sevgilimle beraber kaçıp gitmeye ihtiyacımız vardı. Amaç pek de gezmek görmek değildi yani. Bizim buradan biraz uzaklarda başbaşa kalmamız, tekrar birbirimizi tanımamız gerekiyordu. Böyle bir zamanda işte, buradan kuzeye doğru uzandık, doğurduğum Kuzey oğlanda babaanneye emanetti. O zamanlar benimle ya da bensiz benim pek güzel oğlanın hep ağladığı günlerdi. Güzel gözleri az güler, hep kucaklarda taşınır, geceleri birilerini hep kendine nöbetçi bırakırdı. Sevgilim der ki; ''bu oğlan bu huysuzlukla tek çocuk olmayı garantilemiştir.''

Kuzeye, Amsterdam'a vurduk kendimizi işte böyle bir ruh haliyle... Yalnız kalmak istedik, oğlumuzun hasreti burnumuzun ucunda da olsa yalnız olmak, ikimiz olmak ne güzeldi!

Sen ne güzel bir şehirdin be Amsterdam. Hatırlıyorum da Corendon Havayollarıyla gitmiştik. Son anda Amsterdam uçağında bir sorun olmasına rağmen biz yılmamış, Eindhoven uçağına atmıştık kendimizi. PSV Eindhoven takımının ev sahibini de görmek gerekiyordu zaten değil mi? Bir otobüse bindiğimizi, şehrin içinden Amsterdam'a doğru yola koyulduğumuzu hatırlıyorum.

Amsterdam'a gelir gelmez hemen oteli aramaya başladık. Elimizdeki bavulu sürükleye sürükleye ilerliyoruz. Şehri tanımasak da elimizde oteli kolaylıkla bulmamızı sağlayacak büyük bir parkın adı var. Nereden çıktı bu yağmur şimdi? Öyle böyle değil ama! Bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur. Sırılsıklam olmuş bir vaziyette dükkan sahiplerinden birine ''Vondelpark nerede?'' diye soruyoruz. Adam saçımızdan yüzümüze doğru süzülen sulara bakıp, ''bu yağmurda ne yapacaksınız Vondelpark'ta?'' diye soruyor. Otelimizin Vondelpark'ın yanında olduğunu anlattıktan sonra tarifi alıp, ilerleyerek buluyoruz yolumuzu.

Vondelpark
Yollar sen nasıl hissediyorsan öyle görünüyor gözüne. Benim o günkü yollarım hep yağmurlu, hafif esintili ve puslu. Havada hafif hüzünle karışık bir huzur esintisi.

Küçük mavi kaplı defterimi bulabilsem an be an yazacağım belki yaşadıklarımı... Gel gör ki yok ortalıklarda... O zaman belli ki bende hatırlamak zorundayım bazı şeyleri! Belki de iyi gelecektir bana hatırlamaya çalışmak...

Park Otelde kalmıştık ilk gidişimizde Amsterdam'da. Otelin iki bölümden oluştuğunu gittiğimizde öğrenmiştik. Bizim konakladığımız oda da otelin yeni yapılanmış kısmındaydı. Bana Amsterdam'ı hissettiren hiçbir doku yoktu odada. Küçük, kişiliksiz bir yerdi. Otelin karşısında ünlü Singelgracht Kanalı üzerinde gezi tekneleriyle, akıp durmaktaydı zamana aldırmadan. İçinden nehir geçen şehirleri çok sevdiğimi söylemiş miydim daha önce? Kabul ediyorum Amtel nehrinin sularıyla beslenen kanallar bu sular ama olsun. Bugün o gün düşleyemediğim bir yerdeyim. İçinde yapma lagünlerin olduğu, evlerin etrafını dolaşan minik su yollarının olduğu bir yerde yaşıyorum. Elime kahve kupamı aldığımda su karşımda akıp gidiyor. Yağmurların suyun üstünde yarattığı küçük oyunları yüzümde kocaman bir gülümseme ile şükrederek seyredebiliyorum.

Nereden nereye geldim ben şimdi? Amsterdam diyordum değil mi?

Özgür ruhlara..Özgür bir şehir..Amsterdam
Amsterdam 12.yy da Amstel Nehri kenarında kurulmuş bir balıkçı kasabası. Şirin mi şirin, güzel mi güzel. Birbirine yapışık, yan yana sıralanmış değişik mimari tarzdaki, dar cepheli evleriyle içinde masal kahramanlarının yaşadığı efsunlu bir şehir. Şehrin puslu, karanlık havası, esen sert rüzgarlarına rağmen çok pozitif bir enerji var üstünde.

Benim çok mutlu olduğum bu şehri, şimdi tekrar yaşamak istediğim için yine anımsamaya çalışacağım. Biraz lalelerden, biraz yel değirmenlerinden biraz da peynirlerden bahsedeceğim dilim döndüğünce...

Bakalım neler anlatacağım sizlere?

Etiketler: ,