Paris Gezi Notları: Mona Lisa üzerine konuşmalar...



Her fırsatta Paris'e gittiğimi artık tüm dostlarım biliyor. Yine mi diye soranlara kızıyorum üstüne üstlük. Bu da benim takıntım işte, napalım? Nasıl mutlu mesut dolaşıyorum sokaklarda bir görseniz, siz de mutlu olursunuz benim için. 

Turist kıvamında kendini sokaklara vurmak çok güzel. Sırtına bir sırt çantası alırsın, cüzdanını her ihtimale karşı çantanın kuytu bir köşesine saklarsın, ihtiyaç anında hemen ulaşmak üzere içine inciler döşeyeceğin defterin hemen elinin altında bir yerdedir. Sadece iki tane kalem almakla yetinmezsin, zira mazallah bir şey olur kalemsiz falan kalırsın. Fotoğraf makinası olmazsa olmazdır, tartışmaya gerek yok. Ben bu konuda biraz arsız olduğumdan evde fotoğraf çekmek adına ne varsa toplayıp yanıma almışımdır zaten. Bir de meyve olur benim çantamda. Acıkırım ben. Yeni yemek yemişsem de, olmadık anlarda yemek aranırım.

Çok konforludur böyle gezmek. Üzerinde bol bir pantolon, mevsimine göre bir üst, ayaklarında rahat spor ayakkabılar vardır. Elbet yollarda gezinmenin de bir raconu vardır. Öyle kirlencem ben, güzel görünmek istiyorum falan olmaz. Olur da, olmaz işte! İkisi yollarda bir arada olmaz! İşte bu kadar! 

Bu sene Paris'te Kuzey'le beraber yalnız kaldığımız bir gün Louvre Müzesi'ne gittik. Off nasıl güzeldi. Metrodan Louvre'un olduğu durakta indik, doğru Mona Lisa'ya. Bu arada müze çocuklara ücretsiz; hatta 18 yaşından küçük herkese ücretsiz!

Ne savaş verdik ama Mona Lisa'ya ulaşmak için. Koridorlarda meşhur resme giden yolu işaret eden kağıtların peşi sıra gittik. Dağları, ovaları açtık, nice tabloların önünden geçtik. Baktık ki olmuyor, kalabalığın bizi aralarına katıp, tabloya ulaştırmasına izin verdik. (Abartıyorum, kabul ediyorum ama çok da değil!)

Mona Lisa'nin önüne geldik ki, kıyamet kopuyor. Bir kalabalık ki, sormayın gitsin. Ben diyeyim iki yüz kişi, siz dyin üç yüz kişi. Mona Lisa öyle uzakta, önüne yerleştirilmiş cam bir duvarın arkasında Pamuk Prenses gibi yatıyor. Etrafını da cüceler sarmış. Yüzünde keyifli bir gülümseme. ''Ben neymişim be!'' der gibi aynı. Hani birisi yanına yaklaşıp bir öpücük konduruverse, dile gelecek valla. 

Her milletten insan var etrafında.
Kalabalığın arkasında bekliyoruz, hani önlerdekiler fotoğraf çektirecekler de sıra bize gelecek. 
''Yok anam, nerde?''
Belli, sanat dendi mi insanlarda kibarlık kalmıyor. 
Biraz sesimi yükselterek, ''Çocuk'' diyorum. ''Ödev hazırlayacak da, çok uzaklardan geldik, yarın da gideceğiz, bir izin verseniz de, şey etsek...''

Sesim havada hoş bir seda bırakıp, kendi kulağıma usulca geri dönüyor.
 ''Anlaşıldı'' diyorum. ''Bu böyle olmaz''

Benim de İstanbul'da yaşayarak öğrendiğim çok şey var elbette. Sırtımda çantam, önümde oğlum hedefimi belirleyip, sağ ve sol dirsek darbeleriyle Mona Lisa'nın önüne kadar ilerliyorum. Kuzey utançtan başını eğmiş vaziyette, gözünü yerden kaldırıp Mona Lisa'ya bakamıyor zavallı.
''Utanma oğlum'' diyorum. ''Bir çocuğa yol vermeyenler utansın.'' 

Dönüyoruz Mona Lisa'ya sırtımızı. Fotoğramızı da çektiriyoruz. Zor bir savaşı kazanmanın mutlak sevinciyle Delacroix tablolarının önüne geçip, bu sefer keyifle müzenin bir kısmını geziyoruz.

Evimize döndüğümüzde görüyoruz ki, fotoğraf makinamızın hafıza kartı bozulmuş. Mona Lisa'yı bir daha görür, fotoğraf çektirir miyiz bilmiyoruz.
Bir taraftan Mona Lisa'ya, diğer taraftan onca gün sırtımda taşıdığım fotoğraf makinasının omzumda bıraktığı ağrıya yanar dururum.
Mona Lisa'yı gördük ama zaferimizin kanıtını eve getiremedik ne yazık ki:)

Etiketler: , ,