Okudum, okudum, ben alim oldum!

Ocak ayı kitap okumak açısından verimli bir ay olarak tarihteki yerini aldı. Senenin ilk ayına anlata anlata bitiremediğim kitaplarımla güzel bir giriş yapmıştım. Patrick Rothfuss'un ilk kitabı "Rüzgarın Adı"nın peşinden, serinin ikinci kitabı "Bilge Adamın Korkusu" gelmişti. Müthiş kitaplardı. Şimdi hasretle üçüncü kitabı beklemekteyim.

Bu kalınlıkta iki kitabı bitirdikten sonra kitapların kalınlığından olsa gerek, kollarıma saplanan ağrıları dindireyim diyerek, ince bir kitaba geçiverdim.



İlk iki kitabın etkisinden kurtulamamış olmalıyım ki, Tavan Arasındaki Buda, anlattığı acı dolu hikâyeye rağmen, ruhumda iz bırakmadan aktı gitti. Daha bir hayata kavuşmak amacıyla annelerini, babalarını, evlerini bırakarak Japonya'dan Amerika'ya kadar ulaşan bir göçün yaralı öyküsü...


Daha önce Aslı E.Perker'in ''Sufle'' isimli kitabını okumuştum ve çok beğenmiştim. Üç farklı şehirde geçen, birbirlerinden habersiz hayatların mutfak paydasında harmanlandığı çok güzel bir kitaptı. Bu sefer elimde ''Başkalarının Kokusu''. Zeynep'in çocukluğundan başlayan anlatı, beni hemen içine alıyor. Okuduklarımın içimde açtıkları yaralara dayanamıyor, ben de kalemi kağıdı elime alıp içimi dökmeye başlıyorum. Öyle derinden yaralıyor ki hikâye beni!



Sonra bir mektuplaşmanın haberi düşüyor kulağıma. Paul Auster ile J. M. Coetzee'nin üç yıl süren mektuplaşmaları kitap haline getirilmiş ve okunmak için beni bekler dururmuş. Coetzee'nin diliyle hiç tanışmamış olmamın utancını bir kenara bırakıp, Paul Auster'a olan sevgime ve merakıma yenik düşüyorum. Nasıl da severek okuyorum bir bilseniz! Coetzee'nin mektuplarını belki mesleğinden dolayı fazla öğretici bulsam da, Paul Auster'in mektuplarında ''Kış Günlüğü''nde bıraktığım çocukluk arkadaşımı bulur gibiyim.
Eee, ne yapacağım ben şimdi ne okusam diye kitaplığın önünde, okunmamış kitaplarıma göz atarak bekliyorum. Okunmayı bekleyen o kadar çok kitabım var ki, nereden başlasam sorunsalı ciddi bir problem olarak önümde büyüyor.

Sevgili Zeren'in sesine kulak veriyorum. Şükran Yiğit, demişti değil mi?


Zeren'e kendimi emanet etmekle ne doğru bir karar verdiğimi bir kez daha teyit etmiş oluyorum. Şükran Yiğit'in cümleleri içimden bir daha asla çıkmamak üzere gelip yerlerine yerleşiyorlar. Son cümleyi okuyup, kitabın kapağını kapattığımda ne yapacağımı bilemiyorum. Nedense hiç sevemediğim Ankara geliyor aklıma. Sonra kafama nakşedilen düşüncelerin bir İstanbul karalaması olduğuna kanaat getiriyorum. Çok küçükken benim de Gençlik Parkı'na gittiğim geliyor aklıma unuttuğum hayallerimin arasında. Sonra Ankara'ya yapılan tren yolculukları ve babamın deli kahkahaları.
Ankara demek; benim için kızamık demek bir de. Orada çok hasta olmak, her sabah ve akşam iğne vurdurmak demek. Bu kadar hastalığın üstüne şımartılmak bir de ve misafirlerin ellerinde kırmızı kızamık şekerleriyle babaannemin kardeşinin evine doluşması.


Ankara'dan yola çıkıp, Paris'te alıyorum soluğu bu sefer. James Joyce'un yaşamının konu edildiği kitabı severek okuyorum. Aradığım her sorunun yanıtını bulamasam da, yazarın hayatıyla ilgili küçük bilgiler ekliyorum kafamın bir yerlerine belki bir gün lazım olur diye.


''Proust'un Paltosu'', bir dost hediyesi. Elime aldığım gibi başka bir diyara gidiyorum. James Joyce'un kendini kimselere açmayan kapalı, içe dönük hayatından sonra, Proust beklediğimin çok aksi bir şekilde sanki kollarını açıp, sarmalıyor beni... Kırmızı Kedi Yayınları da beni hiç şaşırtmadan seveceğim kitapları yayımlamaya devam ediyor.

Son olarak Nedim Gürsel, Şubat hediyesini veriyor bana. Beklediğim kitabı ''Aşk Kırgınları'' kollarımın arasında. Aradığım tüm öyküleri yolluyor bana!

Etiketler: , , , , , , , , , ,