Bir cuma günü yazısı!

Bologna'yı yazıyorum, endişeye gerek yok. Taslaklarımda bir günüm daha var nerdeyse. Bugün Cuma olduğu için çok mutluyum. Mutluluktan ne yapacağımı şaşırdım. Dün akşam Fransızca kursuna gittim. St. Joseph'de benim kurs. Daha ilk kurdayım. İkinci kurun başlayış tarihiyle benim tatillerim çakışıyor. İlk kurdan anladığım şu: Her hafta düzenli olarak derlere gitmek zorundasın, gittiğim dersleri bile anlamazken gitmediğim derslerin halini düşünemedim bile. Gittiğim kurun günlerini seçerken, istediğim saate kurs açılmadığı için perşembe akşamları 19.00'dan 21.30'a kadar olanını seçtim. En kötüsü cumartesi günleri! Sabah 10.00'da başlayan kurs öğleden sonra 14.30'da bitiyor. İşin kötü yanı okulda kantin yok, teneffüs öğretmenin insafına kalmış. Ben çaysız, kahvesiz yaşayamıyorum. Saat 13.00'den sonra karnım acıkıyor, aklım daha fazla Fransızca almaz hale geliyor.



İkinci kura giderken böyle bir saati asla tercih etmeyeceğim. İşin kötü yanı, Kuzey'e sempatik davranmaya başladım. Cumartesi kafam o kadar şişmiş oluyor ki eve gelince oğluma, ''tamam oğlum ders çalışma!'' falan demeye başladım. 

Kuzey'in okulu bir haftalık ara tatile girdi. Oğlumla birlikte evde vakit geçirmek, sinemaya falan gitmek istiyorum ama çalışmak zorundayım. 

Nedim Gürsel'in Acı Hayatlar kitabı elimde geziyor. Akşamları birer bölüm okuyorum. Her bölümde bir yazarla birlikte gittiği bir şehri anlatıyor. Sanırım bu yazıların bazılarını Hürriyet Gazetesi'nin Seyahat ekinde okumuştum. Yine de kitap olarak toplanması hoşuma gitti. Tanıdık, bildik Nedim Gürsel yazıları içimi rahatlatıyor. 

Geçen sabah Selçuk'a kahvaltı masasında, ''Paris'i özledim.'' dedim. 
''Sen çok istiyorsan, git tatlım! Ben gelemeyeceğim. Poposu donar adamın şimdi Paris'te!'' dedi. 

Haklı! Sesimi çıkarmadım. Oltayı attım işte. Gerisi kısmet!


Ben de kitaplığımın başına gittim. Geçen sene D&R'ın 5TL kampanyasından aldığım Alain Elkann isimli bir yazarın ''Fransız Babam'' kitabını aldım. Kitap, Montparnasse Mezarlığı'nda yatan iki adamın hikâyesini anlatıyor. Yazarın babası otoriter bir adam, başarılı bir işadamı ve Paris Yahudi Cemaati'nin başkanı. Hayatı boyunca giydiklerine, yediklerine ve davranışlarına dikkat etmiş, çocuklarından çok kendiyle ilgilenen bir adam. Kitaba konu olan diğer kahraman ise yazarın babasının mezarının yanına bir ay sonra gömülen babanın tam tersi karakterinde bir adam, bir sanatçı: Roland Topor.  
...ve bilin bakalım ne oluyor?
Yazar, Yahudi geleneklerine göre on bir ay sonra ilk kez babasının mezarını kızkardeşiyle birlikte ziyaret ettiğinde bu iki adamın yan yana yattıklarını fark ediyor. Mezarlıktan ayrılırken bu iki adamın birbirleriyle neler konuşabileceğini düşünmeye başlıyor. 

Kitabın arkasında kitap için bir babanın anısına yazılmış dev bir yapıt dense de bana yazarın babasının ölümüyle başa çıkma yöntemi gibi geldi. Ben de babamın ölümünden uzun yıllar sonra bile babamla ilgili hayaller kurmaya devam ettim. Aile büyüklerinden birinin kaybının nasıl bir şey olduğunu bildiğim için kitabı başka bir gözle okuyorum. 

Şimdilik bu fantastik düşünce hoşuma gitti desem, tuhaf bir şey demiş olur muyum?


Etiketler: ,