Tren, onca yolu umarsızca arkasında bırakan kendisi değilmiş gibi gara yaklaşınca yavaşladı ve perona girdi. Yolcular masaların üstüne yaydıkları eşyalarını çantalarına atıp, montlarını giydiler. Ekim ayının ilk yarısındaydık. Hava, insanı kapalı bir mekanın içine sokacak kadar soğuk değilse de, yağmur zaman zaman kendini hissettiriyordu.
Gelmeyi aklımın bir köşesinde küçük bir ihtimal olarak bulundurduğum bir şehre varmıştım: Bern
Cenevre seyahatimden haberdar olan Server, Berndeki köşesinden, ''Lizbon'a Gece Treni'nde adı geçen köprüyü yakından görmek istemez misin?'' diye seslenmişti bana.
Sonrasında tren biletleri alınmış, Cenevre'den Bern'e yapılacak yolculuk imge olmaktan çıkıp, anılarımıza yerleşecek bir yol hikâyesine dönüşmüştü. Garda Starbucks'ın önünde Server'le buluşmuş, Sanki yıllardır birbirimizi tanıyormuşçasına sarılmış ve hemen yola düşmüştük.
Bir kitabın sayfalarından tanıştığım şehri, içinde yaşayan birinin gözüyle görme şansına kavuşmuştum.
Tepedeki restorana doğru yürüyüp, içeri girdik. Yağmur yağıyordu. Dışarıdaki masalar, sandalyeler terk edilmiş gibi duruyor, mevsimin yüzünü kışa döndüğünü hatırlatıyordu. İçeride bir şeyler atıştırmış, birer kahve içmiştik.
Arabadan çıkan sürpriz sepeti de yanımıza alarak yaşlı ağaçların arasında dolaşmış, bana Paris'i anımsatan yeşil sandalyelere kurulup, sepetin içinden çıkan atıştırmalıklarla şarabın sohbetine dalmıştık. Yağmur dinlenmeye çekilmiş olacak ki güneş tüm sohbetimiz boyunca üstümüzden ayrılmadı.
Bern'e ayırdığımız vakit daha fazla olsaydı eminim sohbetimizi Gurten Tepesi'nde daha uzun tutar, tatil rehavetinin bizi sarıp sarmalamasına izin verirdik. Ne yazık ki aşağıda bizi bekleyen bir şehir vardı.
Geldiğimiz gibi dağ trenine binerek Gurten Tepesi'nden ayrıldık. Şehri tanımak için yolculuğumuz başladı.
Arabayı Aare Nehri'nin kıyısında bir yere bıraktık ve ''Ayı Çukuru'' (Barengraben) denilen bölgeden şehri gezmeye başladık. Burada bulunan bir heykelin yanında ve daha sonra şehrin içinde bol bol fotoğraf çektirdiysek de ne yazık ki o fotoğrafların hepsini yolculuk sonrasında kaybettim. Bern tamamıyla anılarıma güvenerek yazmak zorunda olduğum bir seyahat.
Ayı Çukuru'nun hemen yanı başında Eski Şehir (Altstadt) başlıyordu. Altından Aare Nehri'nin aktığı küçük bir köprünün ötesinde ''Unesco Dünya Mirası'' listesindeki şehir uzanıyordu.
Bu sokaklardan başlayarak Bern'in dar ara sokaklarından yürüyerek ağaçların çevrelediği geniş bir alana, -Münsterplatform'a- geldik.
İtiraf ediyorum: Bu şehri, bu güzelim sokakları, ağaçlarla çevrili evlerin görüntüsüni aklımın ucundan bile geçirmiyordum. Bir sene önce elime aldığım kitabın yolculuğu bu şehirden başlamış, görmeyi çok istediğim köprünün üstünden uzanıp Lizbon'a doğru yola çıkmıştı.
Bu yolculukta en çok merak ettiğim yer neresiydi?
''Gregorius karşıya, Bern şehrinin tarih müzesinin sivri kulelerine, yukarıdaki Gurten Tepesi'ne ve aşağıya, buz yeşili sularıyla Aare'ye baktı.''
Münsterplatform'un ortası yeşillik bir alana ayrılmıştı, etrafı ağaçlarla çevriliydi. Ağaçlar yapraklarını dökmeye başlamış, yerler kurumaya yüz tutmuş yapraklarla dolmuştu. Köşede küçük bir yapıda atıştırmalıklar satılıyordu. Sonradan şöyle bir göz gezdirdiğimde bu alanın daha önce hemen yanındaki Bern Katedrali'nin bahçesi olduğunu ve 20.yy'la beraber halka açık bir yer haline geldiğini öğrendim.
Bu alanın en güzel kısmı buradan Kirschenfeld Köprüsü'nün görünüyor olmasıydı. Alanı çevreleyen duvarlara yaslanıp uzun uzun köprüyü seyrettim.
Köprü, o çok sevdiğim romanın ilk satırlarına nasıl yakıştıysa, bu şehrin siluetine de öyle yakışmıştı. Üstüne kitap yazılacak kadar da, gelmeden hayal kurulacak kadar da güzeldi.
Okuyucuya küçük bir not: Bu köprünün güneşin, yağmurun, karın altında her renk değiştirişine tanık olmak isterdim. Ne yazık ki bu şehir benim şehrim değil. Fotoğrafların hepsi Bern'i çok seven ve boynunda fotoğraf makinesi ile gezip şehrin her anını kaydeden
Server'e ait. Tüm fotoğraflar için teşekkür ediyorum.
Köprünün altından bulmacalarda sıkça adı geçen Aare Nehri akıyor, üstünden insanlar yürüyüp geçiyordu. Köprünün benim için başka bir anlamı vardı; yine de şehrin hakkını teslim etmek isterim. Kartpostallarda görmeye alışık olduğumuz şehirlerden biriydi Bern. Sokakları çevreleyen tüm binalar şehri tamamlayan bir şıklık içinde uzanıyor, binaların pencerelerinden çeşit çeşit çiçekler aşağıya doğru sarkıyordu.
Münsterplatform'dan ayrılıp tarihi 1400'lü yıllara uzanan yanındaki Bern Katedrali'ne gittik. Her ne kadar yazının başından beri bu şehrin sembolü olan
ayı'dan ve şehrin adının geldiği yerden bahsetmesem de okuyucular bunu zaten çoktan öğrenmişlerdir. Kentin bir diğer güzelliği de sokaklarını süsleyen çeşmeleriydi. Bern Katedrali'nin hemen sol yanında da küçük bir çeşme vardı. Duyduğuma göre çeşmelerin suyu içiliyormuş.
Katedralin içine girip hızlıca gezindik. İçi de dışı da görkemliydi. Katedralin ön cephesini süsleyen Erhart Küng'ün Son Yargı (Last Judgement) adını taşıyan, her sosyal sınıftan 234 kutsal ve lanetli ruhun temsil edildiği rölyefler renkli olması sebebiyle benim daha önce gördüğüm kilise süslemelerinden ayrılıyordu.
Bu şehirde bir günümüz vardı. Hem şehri gezecek hem de Server'le sohbet edecektik. Çoktandır katedral ve kiliselerde çok zaman geçirmeyi bırakmıştım. Yürüyerek şehri gezmeye başladık. Bir benzerini Prag'da gördüğüm astronomik saatin olduğu Marktgasse'ye geldik. Saatin her saat başı yaptığı gösteriyi izleyip izlemediğimi hatırlamıyorum bile. :)
 |
Astronomik Saat'in olduğu Marktgasse |
 |
Astronomik Saat |
Saatin peşinden çiçek pazarının olduğu Markplatz'a gittik. Karnım acıkmıştı. Bern'in ünlü yemeği Rösti'den sipariş verdik.
Bunlar da benim çektiğim ve instagrama eklediğim için elimde kalan birkaç fotoğraftan birkaçı... Şöyle yazmışım altlarına...
 |
Gece yavaş yavaş inerken restoranların sarı ışıkları da birer birer yanmaya başladı. Hava dışarıda oturacak kadar güzel, sokaklar şehri benimmiş hissettirecek kadar boştu. Sabah nasıl pazar gününün tüm neşesini sokaklara dağıtmış, tüm kafeleri tıklım tıklım doldurmuşsa, gece de pazar gününün ıssız saatlerini davet etmişti. Şehrin en sevdiğim haliydi bu hal! Oturdum sevdiklerimle bir kafeye; buz gibi bir bira söyledim, yanına da bolca sohbet! |
 |
Bern! Böyle bir şehre tepeden baktım. İçime yer eden, bir daha gitmeyi hayal ettiğim şehirlerden biri oldu Bern. Antik Diller Profesörü Gregorius, bu şehirden bir trene atlayıp Lizbon'a doğru yola çıkmıştı. Aynı istasyonda bu sefer biz indik trenden. |
Bu seyahatle ilgili anlatılacak çok şey var. Server'in dostluğu ve bizi evimizdeymiş gibi hissettirmesi geldiğimiz onca yola anlam kattı. Çoğu insan yaşadığı şehri sevmez; Server, Bern'i seviyor ve bize de bu duygusunu geçirdi. Uzun zamandan beri ilk defa bir seyahatte elime harita almadım ve keyifle bir kenti gezdim. Sokakların isimlerinin hiç önemi yoktu.
O gün ben Einstein'in müze haline getirilmiş evini gezmedim. Bunun yerine arkadaşımla Einstein Kafe'de oturduk. Akşamın ilerleyen saatlerinde de açık havada başka bir yere geçip, biralarımızı söyledik.
Çok güzel bir gün geçirdim. Server'e tekrar teşekkür ediyorum. Fotoğraflarımı kaybettiğim için elbet bir gün tekrar gideceğim. :)
Etiketler: Bern'de nereleri gezmeli?, Bern'de yapılacaklar nelerdir?, einstein'in evi nerede, Kirchenfeld köprüsü, lizbona gece treni, Münsterplatz