Lizbon'a gitmenin en güzel yolu Bern'den trenle gitmek olacaktı elbette.
Öyle olsaydı, bu yazıyı yazarken Lizbona Gece Treni isimli kitabı yine anlatacak, hikâyemsi tüm öğeleri ortaya dökecek, kendi yarım yamalak büyülü gerçekliğimi oluşturmaya çalışacaktım.
Olmadı.
Onun yerine, Lizbon'a gitmeyi planladığımız ilk seferde uçağı kaçırdık.
Benim yüzümden!
 |
Lizbon sokakları, sokak sanatçılarının yaptığı resinmlerle bezeli. |
Havaalanından kavga dövüş dönmedik. Selçuk, bu fırsatı kendi yapacağı bir hataya karşılık saklamak üzere bir kenara not etti. Bununla da yetinmedi, Lizbon'a yeni uçak biletleri aldı; hem de doğum günümde.
Bu sefer uçağa binmeyi başardık.
Lizbona Gece Treni'ni okurken beni derinden etkileyen felsefi yaklaşımlardan dolayı vardığım şehir de beni sorgulayacak, kırk yaşıma ulaştığım nefis mayıs ayında kendimi başka bir Özlem olarak bulacağım zannettim.
Öyle olmadı.
Orada da kendimle karşılaştım.
Gezmeyi çok sevdiğimi, yollarda olmaktan huzur bulduğumu, sevdiğim insanların benim her şeyim olduğunu fark ettim. Yeni bir şehirde olmak müthişti; insanın ruhunun kıyısında saklanan keşfetme duygusunu ortaya çıkarıyordu. Sokak aralarında gezinirken yakından tanıdığım Özlem hep yanıbaşımdaydı.
Kitapları, onların içinde geçen hikâyeleri, o
öykülerin çatısını oluşturan mekanları sevdiğimi beni okuyan, dinleyen herkes biliyor. Yaşamımı bu öyküler güzelleştiriyor ve anlamlı kılıyor. Nasıl olur da Lizbon'a gider de en sevdiğim kitaplardan biri olduğunu defalarca tekrarladığım
Lizbon'a Gece Treni'nin kahramanı Prado'nun adımlarını attığı sokakları merak etmezdim.
Sonra
Portekizli ünlü şair Fernando Pessoa vardı.
Bir de
Nobel ödüllü Saramago.
Bir şehri şehir yapan o şehre anlam katan sanatçılarıdır.
Kitabı benim gibi okuyup, Prado'nun ayak izlerini merak edenler için not: Şehirde Prado'yu görebileceğiniz hiçbir iz yok; tüm şehir zaten Prado.
Kitapta adı geçen sokaklarda gezinip, tarife uyan binalara anlam yüklemek güzeldi.
''Bu olmalı!'' dedim Selçuk'a zaman zaman gezerken. ''Bu mavi ev Prado'nun muayenehanesi olmaya uygun.''
İtiraf etmem gerekir ki Lizbon'da olmanın en güzel yanı
Avrupa'nın en batı noktası olan Cabo Da Roca'ya varabilmekti. Okyanusun kıyısındaki o hırçın köşede kalbimi bıraktım diyebilirim. Rüzgâr bile başka bir aleme aitti.
Bu şehirde parke taş döşeli sokaklara, küçük meydanlara, sokakların arasında keşfedilmeyi bekleyen küçük esnaf lokantalarına bayıldım. Şehrin hâlâ turistik olmamış, saf kalmış bir yanı var. Pessoa'nın her gün uğradığı kafe tıka basa dolu olsa da, az ötedeki kitapçıdan çıktıktan sonra oturup bir bica ısmarlamayı hak ediyor.
Biz bu sefer şehrin bilinen restoranlarına gitmeyi tercih etmedik. Bunun yerine daha yerel lokantalarda yemeye çalıştık. Şehrin merkezi büyük değil. Belem ve LX Factory dışında her yere yürüyerek gitmek mümkün.
Sıra geldi Lizbon'da gezilecek yerleri yazmaya :)
Etiketler: bir kitabın ardından Lizbon, lizbon gezi notları, lizbon gezisi, Lizbon'da yeme içme, nereye gitsek?, Pessoa'nın şehri