Ekim ayını kapatıp Kasım ayına giriş yapmak üzere olduğumuza inanamıyorum.
Evet, evet! İnanamıyorum!
Ne yapayım?
Çünkü günler ve aylar ve yıllar ben daha planladıklarımı yapamadan geçip gidiyor.
Şimdi de öyle oldu.
Günler birbirini kovaladı. Çok sevdiğim o şehre, Paris'e gittim. Geldiğim gün evde birkaç saat geçirip Hindistan'a yollandık. Bunları anlatmıştım size zaten. Geldikten hemen sonra, ''Paris, zaten her daim aklımda!'' diyerek hemen Hindistan notlarını yazmaya başladım.
İş vardı, Kuzey'i uzun zamandır göremediğim için özlem vardı, evde beni bekleyen işler vardı.
Hepsi halledilir şeylerdi değil mi?
Evde ve işte zaten işler olacağına varıyordu. Kuzey'i de ne kadar özlemiş olursam olayım yanındaydım artık. Hem nasıl olsa aynı gün içinde büyük bir kavgaya tutuşur, sonra da yine barışırdık.
Tutulamaz, dizginlenemez bir enerjiyle Hindistan notlarını yazmaya başladım. Sanırım peş peşe dört- beş yazı yazdım. Resmen kendimle gurur duyuyordum. Yazdıkça yazasım geliyordu ve üstüne üstlük yazdıkça hafifliyor, mutlu oluyordum.
Derken hepimizin bildiği Ankara'daki patlama oldu. Tüm enerjim, ülkeye ve kendime olan inancım yerle bir oldu. İnsanlar patır patır öldürülürken ben yazı yazarak hafiflemeye çalışıyordum. Profil karartmanın da canı cehennemeydi açıkçası. Her Allahın günü profil karartmaktan ve umutsuzluğun içinde yaşamaya mahkum edilmekten bıkmış usanmıştım.
Ekim ayının onuncu günündeydik.
Sevdiğim Ekim kana bulanmıştı.
Sonraki günler herkes gibi ben de sustum. Susmam gerektiğinden, sosyal medya silahşorlerinin ona buna, her şeye burunlarını sokmasından dolayı değildi suskunluğum. Söyleyecek bir şey kalmadığındandı. Böyle zamanlarda hep hissettiğim duygu yine yanı başımda belirdi. Babamı ve çocukluğundan öldüğü güne kadar yaşamaya mecbur bırakıldığı politikacılara karşı hissettiği kızgınlığı hatırladım.
''Geldim, gidiyorum, hala aynı adamlar bizi yönetmeye çalışıyor.'' deyişi artık unutmaya yüz tutan sesiyle kulaklarımda canlandı.
Aynı kaderi ben de yaşıyordum. Bu ülkede bir şeyler kolay değişmiyordu.
Açık konuşmak gerekirse kafamı dağıtmanın bir yolunu bulmaya çalıştım. Düşündükçe kötü oluyordum. Facebook'a her girişimde paylaşılanları görüp ben de kafa göz birilerine girmek istiyordum. O yüzden oradan da biraz uzak durdum.
Kitaplara sarıldım yine. O kadar çok okunacak kitap vardı ki evde zaten. Nereden başlayacağımı bile bilmiyordum. Sevinçle aldığım bir sürü kitap rafta başka kitapların arasına karışmış bekliyordu ve o kitaplara karşı aldığım günkü heyecanı hissetmiyordum.
Ekim ayının benim için en güzel yanı Kuzey'in okulu ile beraber yarı yürüyüş yarı koşuya başlamış olmam oldu. Sabahları onunla beraber çıkıyor ve onu servise bindirir bindirmez ben de yürümeye başlıyordum. Nedense koşmayı hayal ediyordum. Böyle şeyleri sıkça yaparım ben. Kendimle bir derdim vardır nedense. Rahat rahat otururken hayatıma yeni icatlar sokar, onların peşinden koşarken de kendimi harap ederim.
Belki bu sebepten belki de yazarların öz yaşam öykülerine olan merakımdan kitap rafına elimi uzatıp Murakami'nin koşmakla ilgili yazdığı kitabı yerinden oynattım. Daha önce bu kitabı okumuştum. Okumadığım bir sürü kitap varken yine aynı kitabın satırlarında mı gezinecektim? Evet! Çünkü ruhumun ihtiyacı olan şey buydu.
 |
Murakami: Koşmasaydım Yazamazdım |
Kitabın satır satır altını çizdim, her sabahki koşma antrenmanlarım sırasında Murakami'nin koşmakla ilgili söylediklerini düşündüm. Bir işe yaradı mı bilmiyorum ama Ekim ayını koşmakla ilgili azmim açısından başarılı bulduğumu söylemem lazım. Birkaç dakika hiç durmadan koşabiliyorum artık. Bu da hiç yoktan iyi bir şeydir.
Murakami'nin peşinden ne okumam gerekiyordu?
Salondaki köşe sehpanın üstünde, duvara yaslanmış ince konsolun üstünde hatta geniş orta sehpanın üstünde bile yığın yığın kitap duruyordu. Yukarı kata çıkıp kitapların olduğu odaya hiç bakmadım bile.
Birkaç gün önce aldığım bir kitabı okumayı uygun gördüm. Milena Busquets adlı bir yazarın ''Bu da Geçecek'' adlı kitabı. Kırk yaşındaki bir kadının annesinin ölümünün ardından hem kırk yaşına gelmiş olmakla, hem annesini kaybetmekle hem de hayatının aşkını ve odağını bulamamasıyla ilgili bir kitaptı. Ülkenin puslu havasına da uygun bir ismi vardı üstelik.
Elime aldığım gibi bitirdiğim bir kitap oldu. Yaşı yaşıma, boyu boyuma, kadının yaşadıkları da tam anlamıyla olmasa da yaşadıklarıma denk düşüyordu. Anlatmak istediklerini anlayabiliyordum. İşte bu kısmı içime çok işledi. Kadını ve yaptıklarını hiç yargılamadan okudum. Sanırım kahraman sırf kırk yaşında olduğundan tüm yaptıklarını mazur gördüm.
Bu iki kitabın bitişiyle beraber Ekim ayının ortalarına gelmiştim. Sabah işe gidiyor, akşamüstü eve geliyor, biraz Kuzey'le sohbet ediyor, derslerine hafiften yardım ediyor, sonra da kitabımı alıp bir köşede okuyordum. Sabahın kör bir saatinde Kuzey'le birlikte kalktığımdan gece ondan sonra yatağın yolunu tutuyordum. Sonunda çok düzenli bir hayatım olmuştu. Tek sorun bana fazla zamanın kalmamasıydı.
Başka bir kitabı elime almanın zamanı gelmişti. Okunacak onca kitabım yokmuş gibi Akasya Alışveriş Merkezi'ne gittiğim bir gün kapağına bayılarak aldığım bir kitabı okumaya başladım. Fantastik bir hikayenin içinde erimek, kaybolmak istiyordum.
 |
Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları- Ransom Riggs |
İthaki Yayınları sert kapaklı nefis bir kitap basmıştı. Kapaktaki fotoğraf özgün baskının da aynısıydı ve çok çarpıcıydı. Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocukları tam aradığım kitaptı. İlk sayfasını çevirmem ile hikaye akmaya başladı. Çeviri çok iyiydi. Aksayan, insanı rahatsız eden hiçbir unsur yoktu. Çevirmenin yazarın ruhunu anladığı açıkça ortadaydı. Gel gör ki satır sonuna gelen tüm kelimeler yanlış yerlerinden ayrılmıştı. Bir iki kelime olsa okuyucunun canını sıkmaz bu durum ama ne yazık ki bu hatalar iyi niyet sınırlarını geçecek kadar fazlaydı. Okuyucu ya yazara da çevirmene de büyük saygısızlık olduğunu düşündüm bu derece özensizliğin. Hikayede sona yaklaştıkça çocuklar için yazılmış basit bir hikayeye dönmeye başladı. Hikayenin sonunu merak etsem de serinin diğer kitaplarını okuyup okumayacağımı düşünüyorum açıkçası.
Fantastik bir kitabı da okumuş, ruhumu ucundan bilinmeyen diyarlarda gezdirmiş olmanın hafifliğiyle Oscar Wilde'ın yaşamına burnuma sokmaya karar verdim. Yazarların hayatını merak etmekten kendimi alamıyorum. Bir de işin içinde Paris varsa değmeyin keyfime.
Peter Ackroyd ilk defa okuduğum bir yazar. Oscar Wilde'ın Son Vasiyeti de okunmayı hak eden bir kitap. Çok beğenerek okudum. İnce bir kitap olmasına rağmen uzunca bir zaman üstünde oyalandım. Bir dolu satırın altını çizdim, üstünde düşündüm, defterime not ettim. Hemencecik okunan bir kitap olduğunu söylemem mümkün değil; en azından benim için öyle bir okunma süreci olmadı.
 |
Peter Ackroyd- Oscar Wİlde'ın Son Vasiyeti |
Yeni bir kitabı seçme sürecine gelmiştim. Oscar Wilde'ın zorlayan hayatının peşinden kafamı birazcık dinlendiren bir kitap okumak istiyordum. Alıp almamak konusunda karasız kaldığım bir kitabı arkadaşımla buluştuğum bir öğleden sonra kitapçıdan aldım. Evde okunacak hiç kitap yoktu sanki.
Bu kitabı okumak ile okumamak arasında kararsızdım. Aslı Perker'in daha önce iki kitabını okumuş, ikisini de çok sevmiştim. Sufle ve Başkalarının Kokusu zevkle okuduğum iki kitap olmuştu. Sufle'nin birkaç şehirde geçen olay örgüsünü çok sevmiştim. ''Başkalarının Kokusu''nu ise birbirlerine bağlanan hayatların hikayesindeki incelikten ötürü keyifle okumuştum. Düşünülmüş, iyi kurgulanmış bir kitaptı. Bu kitabın ismiyse bir tuhaftı: Bana Yardım Et.
Kitabı hemen almamamın sebebi sanırım ismiydi. Yine de dayanamadım ve aldım. Açık söylemem gerekirse anlatım tarzını farklı buldum. Öykünün dışında bir anlatıcı vardı ve yaşananları, yaşanacakları ya da bizim bilmediğimiz ayrıntıları dışardan bir ses olarak bize anlatıyordu. Kitabı okurken sık sık Rusça dublajlı bir filmi seyrediyormuşum izlenimine kapıldım.
Biri devamlı şöyle cümleler ediyordu.
''Aslı, daha sonra düşündüğünde o konunun nereden geldiğini anlayacaktı. Şimdilik biraz daha beklemesi gerek!''
Ya da
''Kahraman hep engelli değildi elbette ama Aslı nereden bilecekti bir engellinin hissettiklerini?''
Bunlar elbette kitaptan cümleler değil ama bu ses kitabın içinde böyle konuşup dururken ona susmasını söylemek istedim. Ne yazık ki ben bu sesi hiç sevmedim. Aslı Perker kitaplarında alışkın olduğum ve aradığım başka bir tat vardı. O ise bu kitabın içinde değildi.
Ayın en son kitabını seçmek için evin içinde bir müddet dolaştım, karar vermek için birkaç kitap karıştırdım. Nihayetinde birkaç ay önce aldığım bir kitabı okumaya karar verdim: Gazeteci Çocuk.
Yazarın çocukluk anılarına dayanarak yazdığı kitabı okurken çok duygulandım. Çocukluğun o yumuşak, kırılgan patikalarında kah yürüdüm, kah koşturdum. Yazarın kendi öz yaşam öyküsünden çokça detayın bulunduğu öykü kekeme bir çocuğun onikinci yaşını anlatıyor. Hikayeyi dinlerken Memphis'in ara sokaklarında geziyor, beyazlarla siyahlar arasındaki ayrımcılığa tanıklık ediyoruz.
2015 Ekim'ini de bitirmiş oluyoruz böylece.
Bakalım Kasım ayı neler getirmiş bize...
Etiketler: aslı perker bana yardım et, ekim ayı kitapları, kitap kokusu, murakami koşmasaydım yazamazdım, stephen king yazma sanatı, vince vawter gazeteci çocuk, virginia woolf'dan yazarlık dersleri