Yazmanın kolay olacağını düşünmüştüm. Bugün boş bir vakit bulacak, bilgisayarın başına oturacak ve önümde hareketsiz duran ekrana hiç düşünmeden kelimelerimi sıralayacaktım. Öyle olmadı. Bunun kaçıncı yap-boz yazım olduğuna inanamazsınız.
Yazmanın kolay bir yanı var mıdır bilmiyorum. Bazen hiç apansız gelen bir kelimenin peşinden diğerleri geliyor ve ben daha ne olduğunu anlamadan kendi aralarında anlaşarak bir bütün oluşturuyorlar. Anlamlı ya da anlamsız!
Bugün o günlerden biri değil.
İçimdeki adını koyamadığım bir sıkıntı var. Sabahleyin içtiğim kahvede midemi buran bir acı vardı, öğleden sonra dudaklarıma götürdüğüm çayda zamanını geçme, bayatlama. Bazen böyle olabiliyor işte. Sanki boğazında yutamadığın bir lokma varmış gibi kalıveriyorsun. Etrafına bakınıyorsun anlamak için, karanlıkta kalmışsın gibi el yordamıyla çevreni kolaçan ediyorsun.
Murathan Mungan'ın Harita Method Defteri'ni okuyorum; daha doğrusu okuyamıyorum. Kitabın ilk sayfalarını geçip de ilerlemem ne mümkün.
''Hepimizin trajedisi bir zamanlar çocuk olmamızda yatar,'' demiş Nietzsche.
Nasıl bir şeyse bu çocukluk bir türlü geçemiyor, değil mi?
Birkaç gecedir ne zaman yatağa gitsem kitabımı elime alıyor, aynı cümleleri okuyor ve beynimde dolaşan cümlelerin tutsağı oluyorum. Yazarın kitabın başına yazdığı önsözü okuyup aynı satırların başına dönüyorum. Bedenimin içine bir kuş oturmuş da sanki, kanatlarını çırpıyor.
Çocukluktan bir yeni yıl daha uzaklaştığım için mi bu durum yoksa çocukluğa bir eski yıl daha ekleyeceğim için mi?
Yazı'nın kendisi, her zaman gerçekleştiremese de bir ödeşme vaat eder, diyor Mungan. Ne kadar da kibar davranmış değil mi yıllarını verdiği yazı eylemine. Bir gün geriye dönüp de geçmişimizle ödeşememe ihtimaline karşı ''yazı''nın sırf kendisine kıyamamış, aralık bir kapı bırakmış.
İnsan Mungan okuyunca asla onun gibi cümleler yazamayacağını düşünüyor.
Kişinin içinin varamadığı yere kalemi kendinden önce varamaz, diyebilir mi yoksa başka birisi.
Neden yazıyoruz peki? Neden? Her birimizin yazmak için ayrı bir sebebi var mutlaka. Geçen gün Yazı Evi'nin dergisi için yazdığı bir yazıda
Yeşim Hoca şöyle başlamış sözlerine:
''Ne zordur “Neden yazıyorsunuz?” sorusuna yanıt vermek. Sanki yazmak insanın elinde olan, karar vererek yaptığı bir şeymiş gibi sorulur bu soru. Yazanların boş bakışlarıyla karşılanır. Biz, yazanlar bu soruya farklı farklı yanıtlar veririz: “Anlatacaklarım var” veya “seviyorum” deriz. Belki “iyi geliyor” deriz. Aslında açıklayamayız neden yazdığımızı.''
Bu soruyu başkasından duymak bir yana kendisine bile onlarca kez sormuş nice insan vardır. Hatta bu yazıyı okuyanların arasında an itibariyle dudağında bir gülümseme oluşanları tahmin edebiliyorum. Benim sebebim yazmayı sevmem. Ruhumdaki çatışmaları bu sayede göğüslemeyebilmem, karanlık bulutları bu sayede aralayabilmem. Huzuru bulma aracım. Sonra bir de hafızamla girdiğim içler acısı çatışma var. O unutturmaya çalışıyor bazı şeyleri, ben de ona inat gezdiğim yerleri, günlük kızgınlıklarımı, anlık neşelerimi yazıyorum. Yetişebildiğim kadarıyla elbet.Anılarımı defter sayfaları arasına sıralamaktan, üzerine yaşanır yaşanmaz geçmiş olan bir zamanın tarihini atmaktan çok mutluyum.
Kuzey'in ilk adımları gizli yazdıklarımın arasında. Ayak parmaklarının her birine verdiği isimler bir gün hikâye olmak için bir köşede bekliyorlar. Babama okuma şansı bulamadığım mektuplar var her defterimin arasında. Ne zaman bir teselliye ihtiyacım olsa sürpriz misali çıkıyorlar karşıma.
Neden yazıyoruz sahiden?
Ya da neden yazdığımızın bir önemi var mı?
Yazıyoruz işte.
Yazanlar biliyor niye yazdığımızı.
Hem her sorunun bir cevaba ihtiyacı var mıdır?
Bir Sait Faik var neden yazıyorum sorusuna kalbini deşip cevap veren, bir de hâlâ o sorunun cevabını zaman zaman arayanlar.
Etiketler: Burgaz Adası, Günlük Hikâyeler, Neden yazarız, Sait Faik Abasıyanık, yazı yazmanın sebepleri, Yazmasaydım deli olacaktım