Bana Bir Masal Anlat Baba...

Bazı dönemler olanlardan fazla etkileniyorum. Üstüme huzursuz bir hal peydahlanıyor, kovuyorum gitmiyor. Böyle zamanlarda ne yediğimin tadı oluyor, ne içtiğimin. Uykularım zaten çok zamandır bölük pörçük. Bebek gibi mışıl mışıl uyumanın gerçekten ne anlama geldiğini, uykularımı kaybettikten sonra anladım. Tıpkı hamilelere söylenen ''Allah hayırlısıyla kurtarsın!'' demenin ne olduğunu hamileliğimin son aylarında anlamam gibi. Şimdi biraz hamileliğimden bahsetsem ve hamile olma halinden hiç hoşnut kalmadım desem belki bir sürü insan ayıplar beni. Kendimle ve karnımdaki bebekle başa çıkmaya çalıştığım çok zor bir dönemdi. Her insan kendi deneyimini yaşıyor demek ki. 

Asıl anlatmak istediğim hamileliğim değildi aslında. Laf dilimin ucuna gelince, yazıverdim. Etrafımda kim varsa herkes anneannelerinin dedelerinin yaşadığı eski bayramlardan, komşu mahallelerin birbirleriyle yaptığı futbol maçlarından, altına çarşaf yayılıp çırpılan dut ağaçlarının lezzetli meyvelerinden özlemle bahsediyor. Geçmiş, özleme açılan bir kapı sanırım; başka türlü aralanmıyor. 
O eski tek katlı evler yok artık. Yerine modern, devasa apartmanlar diktik. Mahallede belki de tek evde bulunan telefon da tarihe karıştı. Elimizdeki telefonu koltuğun diğer ucunda oturan kocamıza bile uzatmaya üşenir olduk. Her gün çöpümüzü alan, bir istediğiniz var mı diye soran görevlilere hallerini hatırlarını sormuyor, otobüs şoförüne selam vermiyor, bir teşekkürü eksik ediyoruz etrafımızdaki insanlardan. 

Biz, insanlık olarak, kendimizi tüketiyoruz. 
Sebeplerini söylememe gerek var mı? 
Yok bence; zira hepimiz suçumuzu da biliyoruz, yaşamak zorunda olduğumuz cehennemi de.

Sanırım bu durum beni hüzne bulaştırıyor. Dişe dokunur bir sebebim olmadan gözlerim doluyor. İşe gidip, yapmam gerekenleri yapıyor, mesai saatimin bitiminde başımda bir ağrı ile evin yolunu tutuyorum. Ev ile iş arasındaki on beş dakikalık yol boyunca trafikte hiç tanımadığım insanlar bana kızıyor; yaptığım ya da yapmadığım bir hataya karşılık. Eve gelince salondaki koltuğun köşesine oturuyor ve dışarıdaki yaşamı nüfus ettiği vücudumdan kovmaya çalışıyorum. Nafile bir çabayla elbet. Günler günleri kovalarken kitapların dünyası sarmalıyor beni. Ruhum zaten kırgın olduğundan yazılı her metinde kendimi buluyor, bir hecenin köşesine yerleşmiş hüznü bulup çıkarıyorum; üstüme giyiyorum. 
     
Mustafa Koç ölünce gözlerimden sahip olamadığım göz yaşları dökülüyor. Babamı öldüğü yaşta çekip gidiyor bu dünyadan. Umut, böyle insanların sırtında azar azar kaybolup, sırra kadem basıyor sanki. Onurlu insanların bu dünyadan gitseler de o halleriyle hatırlanacaklarını biliyor. Dik durabilmenin ne büyük erdem olduğunu bir kez daha yaşayarak anlıyorum. Hiç tanımadığım birinin ölümü yüreğimde kocaman bir acı oluyor. 

Ülkemin, bu yitip giden güzel insanlara ne çok ihtiyacı var oysa.
Başka biri daha açar mı otelinin kapılarını gençlere?
Bilmiyorum. 

Sonra Tahsin Yücel gidiyor. Her ölüm biraz daha umudu götürüyor. 
Sözcükler tıpkı bahçede donan ağaçlar gibi buz tutuyor. 
Baharda yeniden yeşeren ağaçlar gibi çiçek açar mıyız yeniden?
Söz bitiyor.
''Onuruyla hayata veda eden tüm kayıplarımızın üstüne yıldızlar yağsın,'' demekten başka bir şey gelmiyor elden.

Etiketler: , ,