Aslına bakarsanız hayatımda hiç "en"ler yok. Genelde çocuklar sorar böyle şeyleri: Anne, söylesene en sevdiğin renk hangisi, en iyi arkadaşın kim, en çok kimi seviyorsun?
Bu soruların hiçbirine cevap veremem. Sanırım bir anne olarak en sıkıcı yanım bu. Birbirinin peşi sıra gelen bu sorular karşısında hep afallamışımdır. Ama nasıl bir meydan okumanın içine sokmuşsam kendimi, tam 39 haftadır en'lerin bolca olduğu sorulara cevap bulmaya çalışıyorum. Sanırım bu da 2017 yılının bir sınaması oldu benim için. Haftalar ilerledikçe ısrarla yazmaya devam ediyorum. Sona ulaşamamakla ilgili bir endişem yok. Başladığım şeyleri genellikle yarım bırakmam; spor ve onlarca kez başladığım kitap hariç. :)
Bu aralar aklım bir karış havada. Tuhaf bir hâl var üzerimde. Evin her köşesine okumaya başladığım, sonra fark etmeden bir kenara bırakıp yenisine başladığım kitapları bırakmışım. Kitaplarla olmadık zamanlarda ve olmadık köşelerde karşılaşınca, "Aaa, ben bu kitabı okuyordum yahu!" diye zamanı kısa bir süreliğine geri sarıp sonra başka bir kitabı okumaya devam ediyorum. Kafamın içi gibi evin içi de dağınık. Oraya buraya serpiştirilmiş kağıt parçaları, istiflenmeyi bekleyen kitaplar, salondaki orta sehpanın üstünde duran ıvır zıvır. Gözüme dağınık gelen sehpaya bakıyor, mumlukları alıp sehpanın ayrı bir köşesine koyuyor, birkaç hoş kitabın üstüne bir süs eşyası yerleştirip bakıyorum. Olmuyor, ne yaparsam yapayım eşyalar bir bütünlük içinde durmuyor. Evin eşyaları zaten tek bir zevkin ürünü değil; hepimizin sevdiği, bu bizim eve çok yakışır, beni de çok mutlu eder dediğimiz parçalar eşyalarımız. Koltuğun üzerinde Kuzey'in ayrılamadığı battaniyesi, köşe sehpada benim çok sevdiğim mumlarım, Selçuk'un öğleden sonra uykularını paylaştığı yastığı falan... Bana evimi sıcacık hissettiren, ruhu olan ve bizimle konuşan parçalar... Son birkaç ayla birlikte sanki her şey ruhunu yitirdi, parçalandı. Ne tuhafım değil mi? Ama öyle hissediyorum.

Gördüğüm en güzel şeyler listem yok; hiç olmadı. Hayatımdaki en kıymetli varlığa bile ilk kez baktığımda şaşkınlıktan ağzım açık kalmıştı. "Ama!" demiştim anneme, "Bu bebeğin her tarafı buruşuk ve çok kırmızı!" Evet, işte sizlerden saklamaya çalıştığım gerçek ben buyum. Selçuk da doğar doğmaz büyük kuzenlerinden biri, "Aaa, Sefer dedeye benziyor bu bebek!" demiş. Yıllarca Sefer Dede'ye benzetilmenin ne demek olduğunu anlayamayan Selçuk sonradan bana şöyle dedi: Kuzey'i görünce neden Sefer Dede'ye benzetildiğimi anladım. Sonradan tıpkı kayınvalidemin dediği gibi Kuzey'ciğim o kırmızılı halini üstünden attı, tüm yüzünü kaplayan kayık şeklindeki dudakları küçülüp birer nokta oldu. Şimdi hayatımın merkezinde sadece o var. Her hali güzel. Ve kesinlikle söylüyorum hayatımda gördüğüm en güzel ve en değerli şey o.
Bu yazıya kısmet küçük bir haberim de var size: Biz bugün itibariyle evliliğimizin tam 20. yılına girdik. Yılların bu denli çabuk geçmesine inanamıyorum. Saçlarımız beyazladı, göz kenarlarımızda kırışıklıklar ve boyumuzu (en azından benim boyum) bir oğlumuz var. Evliliğimiz karşılıklı saygı çerçevesinde çok sağlıklı. (Puhahhaha yok yahu, çok pis kavga ediyoruz) Selçuk'un yıllarca göz kremi kullanmamasından ve saçlarını boyatmamasından dolayı benim yaşımı da belli etmesinden nefret ediyorum ama yine de yirmi yıldan fazla senemi verdiğim bu adamı çok seviyorum.
Çok romantik olmadı mı sizce de bu yazı? Ben başka bir yazıda da mutlu evliliğimizin sırlarını anlatayım bari :=) Öperim, herkese sevgilerimi yollarım.