Paris, Mon Amour

Salı gecesi Paris'ten döndük dönmesine de benim ruhum orada kaldı. Hava ne çok sıcaktı ne de çok soğuktu. Eylül aylarında Paris ara ara yazdan kalma günleri saklayıp benim gibi "Paris, Paris!" diye inleyen nevrotik şehir severlerin önüne atar ya, bu sefer tam da öyle değildi. Ara ara yağmur serpiştirdi. Biz de bu serpiştirme aralarında bir kafeye oturup ya biraz içtik ya da kahve. Şehrin her tarafı kafe, bistro zaten, yağmaya başlar başlamaz oturuyorsun bulduğun ilk masaya. Şehrin her bir köşesi bir bayram yeri. 


Grand Boulevard üzerinde bir otelde kaldık. Size de bahsedeyim oradan çünkü bu otel zincirini keşfettiğimizden beri (fiyatı da uyuyorsa) hiç tereddüt etmeden rezervasyon yapıyoruz. Astotel zincirleri şehrin en sevdiğim bölgelerinde ve hepsi yeni, enerjik ve karakterli. Genellikle ortasında avlu olan üç-dört binanın birleşmesinden oluşmuş bu otellerin nefis bir kahvaltı salonları ve nefis ötesi kahvaltılıkları var. Otelde kahvaltı edebilmek bana hep iyi geliyor. Benim gibi gözünü "Açım!" diye açan biri için kahve ve kruvasan kokusuyla uyanmaktan daha güzel ne olabilir? Her seferinde panik yapmadan ağır ağır kahvaltımı ediyor, üstüne kahvemi içiyor ve ardından şehrin sokaklarına bırakıyorum kendimi. Sevdiğim keklerden birini de yanıma almayı unutmuyorum. Biz bugüne kadar hiç faydalanmadık ama dilerseniz gün içinde şehrin merkezi yerlerine konumlanmış bu otellerin herhangi birine girebilir ve her daim açık olan büfelerinden çayınızı, kahvenizi ve atıştırmalıklarınızı ücretsiz olarak alabilirsiniz. Paris gibi bir şehirde insanın böyle bir teklife inanası gelmiyor. "Bu sefer de bu olsun," diye tercih ettiğimiz 34B Hotel şehrin sevdiğim ve en eski restoranlarından biri olan Chartier Bouillon'un hemen dibindeydi. Tabii ki restoranın önünde her daim uzun bir sıra vardı. Otelin konumunun diğer avantajlarından biri de her seferinde İstanbul dönüşü market alışverişi yaparmışım gibi bavulumu bir dolu nevale ile doldurduğum Bio C'Bon Marketlerinin bir şubesinin otelin kapısının hemen karşısında olmasıydı. Selçuk'daki sevinci görmenizi isterdim. Nasıl mutlu oldu anlatamam. Alışveriş yapacağımı zaten bildiği için en azından taşıma derdinin olmadığı bu konum tam üç gün boyunca şehirde kuş gibi gezmesine sebep oldu. Otel seçiminden dolayı kendini sessizce kutlamasına birkaç kez tanık oldum. 

Ne mi aldım? Söyleyeyim de gülün değil mi? Elbette yine de itiraf edeceğim. 
Uzun zamandır ekmek yapmaya kafayı taktığımı zaten biliyorsunuz. (Bu aralar öyle kötü ekmekler yapıyorum ki.) Ekşi mayalı ekmekle yatıp, ekşi mayalı ekmek ile kalkıyorum. Yaptığım her kötü ekmekle birlikte bu işten vazgeçeceğime, yenilmekten bıkmayan pehlivan gibi yenilginin hemen ardından yeni bir ekmeği yoğurmaya başlıyorum. İşin en önemli noktası maya ile un arkadaşlar. Bu arada Hindistan seyahatinde tanıştığımız Merve de dönüşte, "Ben ekmek yapmayı öğrenmek için Le Cordon Bleu'ya gideceğim." deyince gökte aradığım mucizeyi yerde bulmuş oldum. Şimdi kendisi Paris'te yaşayıp ekmek yapıyor; hem de şehrin en havalı oteli Plaza Athene'de. Neyse, Merveciğim bir seferinde bana dedi ki: Özlem Ablacım, burada Type 65 diye bir un var, onu kullanacaksın. O gün bugündür biz her Paris'e gidişimizde un alıyoruz.😀
Pek tabii markete girmişken bir tek un alıp çıkmıyorum. Mercimekten ya da nohuttan yapılmış makarnalardan atıyorum birkaç tane sepete. Organik nutella benzeri bir şey alıyorum, kakao alıyorum falan filan. Fazla abartırsam Selçuk'un suratı düşeceği için dikkatli alışveriş yapıyorum. Yalnız şunu da belirteyim kendisi ekmek işine benden daha takık; o yüzden ekmek için alınan unları o da destekliyor. Yani biz hep ekmeklik unlarımızı Paris'ten alırız. Aslında biz un almak için Paris'e gidiyoruz. (Umarım bir gün havaalanlarında bavul koklayan şu uyuşturucu köpeklerinden biri bizim unları tespit etmez. Anlatır dururuz yok Type 65'ti falan diye.)

Şehrin güzel restoranlarından biri: La Jacobine

Cumartesi günü öğleden sonra St.Michel'e, sevdiğim kitapçı Shakespeare and Company'ye ve St. Germain taraflarına gittik. Her gidişimde, "Bir akşam da La Jacobine'de yemek yiyelim." diye dillendirdiğim restoranın önünden geçerken, "Hadi!" dedi Selçuk. "O akşam, bu akşam olsun." Açıkçası bu restoranın öyle özel bir yanı yok. Dışı krem rengi demir çerçeveli küçük bir restoran. Hatta dışarıdan bakınca biraz bakımsız olduğunu söylemek bile mümkün ama çok işveli. Ya da bana geliyor. Uzanıp geniş camlı kapısını açtık ve bizi kapıda karşılayan garsona iki kişilik bir masalarının olup olmadığını sorduk. Neden olmasın ki? 


"Aslında yerimiz yok." cevabı pek de beklediğimiz bir cevap değildi. O an restoranın gözümüzde ne kadar kıymetlendiğini belirtmemize gerek yok sanırım. Böyle bir huyumuz var. Bir şeyi elimizden alırlarsa birden kıymeti artıyor. Neyse ki o akşam iki kişilik rezervasyonlardan biri iptal olmuş. Uzun tartışmalardan sonra bizi küçük masalardan birine buyur ettiler. Mutlu mutlu masaya yerleştik. ben duvara sırtımı yasladım ve etrafıma bakınmaya başladım. Sağımız, solumuz İngilizce konuşan, mutlu Amerikalı çiftlerle doluydu. Her biri diğerinin ağzına önündeki tabaktan bir çatal yemeği tıkıyor ve "That's amazing!" diye çığlıklar atarak yemeklerini yiyordu. Ben de o çiflterden biri olmak istedim. Hemen kendime köpüklü şarap benzeri bir içki söyledim. Seçeceğim yemeğe şarabımın uyup uymayacağı elbette umrumda değildi. Zaten böyle şeylerden anlamam. Tek bildiğim bu aralar bu içkiyi çok severek içtiğim. Minik köpükçükler o renkli sıvının içinde uçuşurken kendimi prenses gibi hissediyorum. 😀


Ben soslu bir somon balığı sipariş ettim, Selçuk da güveçte şarapla pişmiş bir tavuk yemeği. 
Gerçekten yemeğimiz nefisti. Neredeyse yarım yamalak Fransızcamla, "C'est delicioux!" diye bağıracaktım. Kalkerken restorandaki diğer Amerikalı turistler kadar yemeğimden memnun olmuş, boğazıma kadar doymuştum. Biz otururken en az yirmi kişiyi de rezervasyonları olmadığı için kabul etmeyince çok güzel bir yerde yemek yediğime ikna oldum. (Ben de çooook kapıdan çevrildim.) Eh, yıllardır niyet ettiğim bir restoran da böylece listemden eksilmiş oldu. Size de bir gidişinizde denk düşerse bu restorana gitmenizi şiddetle tavsiye ederim çünkü ben eminim ilerideki Paris seyahatlerimde de buraya uğramaya çalışacağım.

Aynı gece restorandan çıktıktan sonra yavaş yavaş otelimize doğru yürüdük. Gecenin her saati canlı olan bu şehir sanırım bizim için burayı daha da yaşanır ve sevilir kılıyor. Yemek ya da içmek için olsun öyle çok seçenek var ki. Ben de her seferinde en azından bir restoran olsun kendime bir hedef seçtiğim için "Paris'te yapılacaklar!" listem bir türlü tükenmiyor. 

Aman! Tükenmesin. Küçük hedefler, küçük mutluluklar gözlerimizi ışıldatsın. Belki biz de tıpkı Amerikalılar gibi küçük bir peynir parçasının lezzetinde kaybolmalı, mutlu mutlu gülümsemeliyiz etrafımıza. 
Paris her daim güzel, her daim ışıl ışıl. Ah, bir de lezzetli! 😋

Etiketler: , , , , , ,