İnanmıyorum.
Neredeyse bloga bir şey yazmadan yatmaya gidecektim. Bizimkilere, "Hadi iyi geceler. Ben yatıyorum." dedim ve dememle birlikte jeton düştü. Tüm gün bloga yazı yazma düşüncesi aklımda olmasına rağmen oradan oraya koştururken aklımdan tümüyle çıktı. Sabah uzun zamandır görüşmediğim arkadaşlarımla bir kahvaltı ayarlamıştık. İstanbul trafiğinde cebelleşerek Kızıltoprak'a ulaşabildim. Aklımın almadığı trafiği gördükçe kendi kendime herhalde bugüne özel bir durum var diye geçirdim. Nihayetinde İstanbul trafiğinin içindeydim ve özel bir durum falan da yoktu. Bu şehirde bir yerden bir yere gitmek için 1.5 saatini trafikte geçiriyorsan benim gibi hâlâ anlamsız sebepler aramamalısın. İstanbul gerçeği bu!
Neyse ki kahvaltı güzeldi. Sohbetimiz çok hoştu ve arkadaşlarımı çok özlemiştim. Saat 12 olduğuna her birimiz başka bir köşeye dağılıverdik. Hayat, üstünden bir şeyler aşırmazsan pek lezzetli olmuyor.
Bu arada bu gece lambasını almak istiyorum. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bugün ilk defa üşüdüm. Gözüm ince tabanlı ayakkabılardan botlara, çizmelere doğru kaymaya başladı. Sonbahar kendini iyiden iyiye belli ediyor. Eylülün saran, sarmalayan kollarından ekim ayının biraz daha haşin günlerine erdik nihayetinde. Cuma sabahı yolculuk olduğu için bazı işleri sıkıştırmaya ve bitirmeye çalışıyorum. Belli etmesem de her zamanki gibi bavula koyacaklarımı aklımda hizaya sokuyorum. Muhtemelen iki kot pantolon, iki de kazak alırım. Yeterli bence. Uzun zamandır yolculuklarda fazla bir şey taşımıyorum. Hafif gidip ağır dönüyorum malum. Sadece iki çift ayakkabı almaktan vazgeçmiyorum. Bir ayakkabı ayağımı vurursa ya da ıslanırsa falan diye yanımda yedek bir ayakkabım olmazsa rahat etmiyorum.
Kadınların yapacak ne çok işi oluyor. Erkekler bloglarında böyle şeyler paylaşmıyorlardır herhalde. Ben ki çok güzellik takıntılı bir tip olmasam da (Kuaföre gitmek için önce kendime terapi uyguluyorum) yine de yapılacak işlerim pek bitmiyor. Ayda bir kez olsun saçlarımın tiplerinden parlamaya başlayan beyazlar için kuaföre gidiyorum. Ayaklarım her seferinde geri geri gidiyor. İstisnasız bu işlem için yola düştüğümde annem aklıma geliyor ve mutlaka arayıp bana verdiği bu müthiş gen için teşekkür ediyorum. İyi ki annelerimiz var değil mi? yoksa kimi arayıp başımıza gelen her kötü şey de dır dır ederdik. Ben ediyorum vallahi. Her sene içtenlikle beni doğurduğu için teşekkür ediyorum. O da sağ olsun kendisine şükranlarımı sunduğum bu ender anların kıymetini biliyor.
"Offf anne!" dedim bugün de. "Yine beyazlarım çıktı."
Akıllı annem hemen kendi annesinden konuya girdi. Her şey anneannemin suçuydu aslında. Onun genlerinden dolayı bu kötü kaderi paylaşıyorduk. Yoksa anneannemin annesinin yaşlılığında bile simsiyah saçları vardı. :)
Evet dostlar, nihayetinde iş yerindeki işlerimi hallettikten hemen sonra kuaföre gittim. Akşam olmuştu ve çoktan İstanbul için trafik çilesi başlamıştı. Eve geldiğimde Kuzey'i burnu akarken bulunca, "Oğlum, cuma günü Paris'e gidiyoruz. Sen hasta oluyorsun." diye söylendim. Bir aile geleneği olarak ilerde onun da bana söyleneceğini bildiğimden şimdilik her fırsatı değerlendiriyorum. Konu bloga yazmak olunca benim bu gevezeliğim kimin genlerinden geliyor, an itibariyle onu düşünüyorum.
Eve geldikten sonra Kuzey'le DNA konusunu çalışmasaydık iyi olacaktı sanırım.
Offff, bu yazı ben yayımladıktan sonra kendi kendini yok etsin yahu; zira neler yazıyorum ben. Oysa ki kafamda ne romantik düşünceler, ne incelikli cümleler vardı. Sanırım bizim ev için uyku vakti geldi. Yazı denetimi yapmadan, yazımdaki saçmalıklara son bir kez bakmadan yatmaya gidiyorum. Yoksa 6.gün hiç olmayacak. :)
İyi geceler Türkiye.
Etiketler: 21 günü yazmak, blog yazmak, yazacak çok şeyim var, yazma cesareti