Zaman zaman bir kitabı okurken, "Blogda bu kitaptan mutlaka bahsetmeliyim." diye geçiriyorum aklımdan. Anlatmaya değer öyle çok şey oluyor ki kitabın içinde, dile getirmeden yitsin istemiyorum. Sonra işin, gücün, telaşın içinde ya bilgisayar başına oturmaya fırsat bulamıyorum ya da yazma ve anlatma heyecanımın önüne başka öncelikler geçiyor. Akşam koltuğa oturduğumda başka bir kitap oluyor elimde. Aradan birkaç gün geçtikten sonra da hangi kitabı okuduğumu bile unutmuş oluyorum. Ciddiyim.
Sanki bu aralar okuma hızım düştü gibi. Aynı zamanda bir sürü şey yapmaya çalışıyorum. İşe gidiyorum, gelince Kuzey'le ilgileniyorum, beraber ders çalışıyoruz, ara ara ekmek yapıyorum, arkadaşlarım geliyor, yazmaya çalışıyorum, biraz da spor yapıyorum. Yapmak istediklerimle zaman doğru orantılı olarak ilerlemiyor elbette hayatımda. Bahsedeceğim gibi heyecan yaptığım şeyler de düşüncelerimin ve zamansızlığımın arasında kaybolup gidiyor. Oysa buraya yazmak en sevdiğim şeylerin başında geliyor.
Kitap okurken not alan insanlara bayılıyorum. Bunun en temel sebeplerinden biri yaptıkları eylemdeki telaşsızlığa hayran olmam. Zamana meydan okuyorlarmış, koştura koştura ilerleyen saatlere hiç aldırmıyorlarmış gibiler. Oysa ben, hem okuduğum lezzetten vazgeçmemek adına, hem de zaman kaybetmemek için ne kadar çok istesem de bir deftere beğendiğim yerleri not düşemiyorum. Neyin içine girsem orada kayboluyorum çünkü; okurken sayfaların, yazarken satırların arasında... Siz de biliyorsunuz ki 1920'ler-1940'lar arasında Paris'te yaşamış Amerikalı yazarlar, Paris sokaklarında geçen kitaplar, sevdiğim bir yazarın biyografisi asla vazgeçemediğim kitapların başında geliyor. Böyle bir kitaba denk gelirsem imkanı yok kitapçıdan o kitabı almadan ayrılamıyorum. Tüm yazı neredeyse Paris'te hayat bulan kitapların dünyasında geçirdim. Paris'e gittiğim her iki seferde de Shakespeare and Co'nun iğne atsan yere düşmeyecek kalabalığına karıştım. Oraya gitmenin bir büyüsü olduğuna inanıyorum. Her gidişim bir sonraki Paris seferimin garantisi. Her ne kadar bu sefer kafesinde uzun uzun oturup keyif yapamasam da şehirle ilgili iki kitap daha aldım.
Kitaplardan biri Hemingway'in ilk eşi Hadley'yi anlatıyor:
Paris Without End. Oldukça ilgi çekici. Kitabın kapağında Ernest ve Hadley'nin çift oldukları zamana ait bir fotoğraf var. Birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlar. Hadley'nin yakın bir arkadaşının tanıklığına dayanarak yazılmış bir biyografiden bahsediyorum. Hadley arkadaşı ile dertleşirken bu konuşmaları da kayda almışlar. İçindeki fotoğraflar, sohbetler benim gözümde kitabı çok cazip kılıyor. Meraklı yanım Hadley'in gerçek dünyasını tanımak istiyor. Kitabı yavaş yavaş okumaya, telaşa kapılmadan notlar almaya kararlıyım. Ne yazık ki kitap Türkçe'ye çevrilmemiş. (Belki yakınlarda çevrilir) Kafamı, ruhumu ve moleküllerine ayrılacakmış gibi duran evimi birazcık toplar toplamaz kitaba gömüleceğim. Okuduktan sonra da mutlaka yazacağım.
Shakespeare and Co'dan aldığım bir diğer kitap yine Hemingway ile ilgiliydi. Benim gibi şehirlere, şehir isimlerine, seyahat çağrışımlarına meraklı okurların fark etmiş olabilecekleri bir yazarın,
Enrique Vila-Matas'ın bir kitabından bahsedeceğim. Yazarın Dublinesk ismiyle yayınlanan kitabı çok ilgimi çekmiş ve hemen almıştım. Paris seyahatimde aldığım kitapsa bambaşka bir konuda yazılmış bir anlatı:
Never Any End to Paris. Yazarın Hemingway sevgisinin, hatta Hemingway'e benzeme çabasının anlatıldığı açılış bölümüyle kitap hemen içimi ısıttı.
Hemingway, Paris, gençlik düşleri... Daha ne olsun? Görür görmez soluğu kasada aldığım bu kitabı okuyamadım daha. Tıpkı diğer kitap gibi bir türlü dinmesini sağlayamadığım koşturmacanın içinde kitabın hakkını verememekten korktum. Bu kitap da diğeri gibi kasım ayının kitabı olacak. (Aldığım iki kararla birlikte kafam netleşmeye başladı bile.) 😀
Yine Hemingway takıntımdan olsa gerek internette sersem bir kurşun gibi gezinirken bir yerlerde bir kitaba denk geldim:
Hemingway Hırsızı. Hemingway'in ilk eşi Hadley'nin St. Lazare Garı'nda çaldırdığı şu müthiş bavulun hikâyesi saklıydı kitabın içinde. Kitap, Meksika'da geçen bir serüvendi ama içinde Hemingway, Paris bir Şenliktir kitabından satırlar ve bavulu içine kalan kurgu bir hikâye vardı. Ruh yorgunluğumu öne sürerek cuma günü kendime izin verdim ve bahçeyi saran sıcak güneşin altında çayımı yudumlaya yudumlaya kitabımı okudum. Akşam olduğunda kitabın sonlarına yaklaşmıştım. Geçen cuma günü sanki uzun zamandır sahip olmadığım bir mutluluğa ve huzura sahipmişim hissi ile doluydum.
Son olarak elimdeki son kitaptan bahsedip buradan kaçacağım. Malum okunması gereken çok kitap var daha. Yine Paris, yine bir yazar ve yine bir biyografi. Kitabın ismi
Monsieur Proust. Adından da anlaşılacağı gibi
Proust hakkında yazılmış ve yazarın son sekiz senesini anlatıyor. Bu süre zarfında hizmetçiliğini yapan
Celeste Albaret yıllar süren suskunluğunu bozmuş ve Proust'u anlatmış bizlere. Çok severek okuyorum. eminim benim gibi özel hayatlara meraklı okurlar benimle aynı hisleri duyumsayacak ve benim aldığım keyifle bu kitabın sayfaları arasında kaybolacaktır.
Etiketler: Celeste Albaret, Enrique Vila-Matas, Gioia Diliberto, Hemingway Hırsızı, Monsieur Proust, Never Any End to Paris, Paris Without End, Shaun Harris