Ah bu ben!

Frankfurt'tan Paris'a giden bir trenin içindeyim. Hayatta çok güzel anlar da olduğunun bir kanıtı bu saatler. Kendime üzüldüğüm, kaderin tokadını yediğimi düşündüğüm zamanlarda bu durumu hatırlatmaya karar verdim. Üstelik iki saat geçtikten sonra trende wi-fi olabileceği akıl ettim, peşinden de bilgisayarımın yanımda olduğunu. "Eee, hadi ama pencereden dışarı bak bilgisayar ekranına bakacağına!" diyenler için vaktin çoktan geceye döndüğünü ve dışarıda sadece durduğumuz istasyonlarda bekleyen yolcuları ve trenleri aydınlatan ışıkların olduğunu söylemem şart. Üstelik bu yol üzerinde giderken biraz da hüzne kapılıyorum. 



Frankfurt'tan yola çıktıktan 1.5 saat sonra vardığımız bir istasyon benim doğduğum şehre açılan kapı: Mannheim. İstasyondan çıkıp da biraz uzaklaşınca da Weinheim'a ulaşılıyor. Ayaklarımın yere hiç değmediği bir diyardan bahsediyorum. Yine de bana hep anlatıldığı gibi bir sene kadar babamın bana baktığı üzerine zihnimde büyüttüğüm, çoğalttığım hatta süslediğim anılarımı hem her daim taze tutuyorum, hem de romantikliğimden olsa gerek biraz hüzünle etrafını sarıp sarmalıyorum. Özlediğimiz insanlarla ilgili anılarımızı olmasalar bile özenle korumamız gerekiyor. İlk defa geçen sene Paris'ten kalkan bir trenle Frankfurt'a gelmiş ve yanından geçeceğimi o ana dek bilmediğim bu istasyonda durmuştum. Yine her yer karanlıktı, yine her şey sadece bir istasyondan ibaretti benim için. Elimde cep telefonuyla istasyonun loş ışıklarının ardından gözüken karanlığın fotoğrafını çekmiş, kucağımda çekik gözlü bebek benle, babamı göreceğimi düşünmüştüm. Bence gözlerimin erişemediği karanlığın ardında bir yerlerdeydik. Dışarı çıkabilsem, beni geçmişe taşıyacak loş dünyanın ardına yürüyebilseydim ikimizi de görebilirdim. Öyle derin bir histi ki, bugüne kadar taşıdım bu hissi. Üstünden bir sene geçtikten sonra yine aynı istasyondan yine karanlıkta geçerken, düşlerimde yaşattığım o anda donup kaldığımızı biliyorum. Babam gençlik gülümsemesi ile orada duruyor, geleceğe dair bir sürü hayali var ve hiçbir şeyden korkmuyor. Ben bir yaşıma bile gelmemişim. Kucağından başka bir yerde olmayı düşünemiyorum bile. 

Trenlerin romantik bir yanı olduğunu söylemiştim size. Hem de birçok kere! Bu yüzden hiç biriniz bir hayalperest, iflah olmaz bir romantik ve melankoliye aşık bir yolcu olmakla suçlayamaz beni. Bir şey deseniz bile trende olmanın hafifliğine sığınır, olmadı sözlerinize kulak asmaz, pencereden dışarıya çeviririm yüzümü. 😊

Paris'te Frankfurt'tan daha soğuk bir hava bekliyor bizi. Selçuk karşımdaki koltukta uyuyor. uykuya teslim olmadan az önce, "Seneye bir trene atlayıp Weinheim'e gitsek mi?" dedi. Olur dedim gidip gitmeyeceğimi bilmeden. Gün ışığında her şeyin gerçekliğe büründüğü bir saatte bu istasyonda duran bir trenden inip inmeyeceğimden ve aydınlığa adım atıp atmayacağımdan emin değilim. Şimdilik tren ilerlerken düşünüyorum. Bir zamanlar annem ve babamın burada yaşadığını ve benim hiç hatırlamadığım bir evim olduğunu düşünmek tuhaf geliyor bana. Kapısından girdiğimiz ev mutfağında çay demlenen bir ev. 

Zaman bazen de geriye doğru gitse ne güzel olur diye düşünmekten alamıyorum kendimi. 
Uzun bir tren yolculuğuyla ve hayallerimle birlikte olunca böyle oluyor işte. Hızla ilerleyen, doğduğum yerden Paris'e doğru yol alan bir trenden yazdığım ilk blog yazısı olarak burada dursun bu yazı. Sonradan kendime bu yazıyı niye yolladım diye sorarsam, o gün çok duygusaldın diye hatırlatın lütfen.

Etiketler: , , , , , ,